Müzik Tarihinin “Diğer” Yüzü

Müzik Tarihinin “Diğer” Yüzü
  • 0
  • 124
  • 18 Temmuz 2023
  • 1 Star2 Stars3 Stars4 Stars5 Stars (No Ratings Yet)
    Loading...
  • +
  • -

İlk baskısı 1997 yılında yapılan The History of Jazz ile tanınmaya başlayan Ted Gioia, çalışmalarını How to Listen to Jazz ve The Jazz Standards: A Guide to the Repertoire başlıklarını taşıyan rehber kitaplar ile devam ettirdi. Yaklaşık olarak üç yıl önce yayınlanan Music: A Subversive History ise Gioia’nın kendisini yepyeni bir düzleme taşıdığı bir yayın oldu. Yazarın müzik tarihini ele aldığı makale ve kitapları mevcut idi ancak kapsamı bakımından Music en iddialısı. Web sayfasında kitabın çeyrek asırlık bir çalışmanın sonucu hayat bulduğunu belirtmiş. Kitabın temel kaygısı, ki bu yer yer bir yakınma olarak da okunuyor, “müzik tarihi” ibaresinin hayli dar bir bakış açısına karşılık geldiğini göstermek. Gioia’ya göre, halihazırdaki durumu besleyen ana etken, müzik kültürünü kollayan kurumların saygıdeğer olanı (ve olmayı) öne çıkaran tutumları. Bu notu düşerken okuyucuya müziği besleyen değişim ve gelişimin çoğu zaman pek de “saygıdeğer” ya da “temiz” sayılamayacak nedenlere dayandığını göstermek istiyor. Sihir, büyücülük ve benzeri unsurların neredeyse tamamen görmezden gelindiğini, bunların müziğe etkilerinin çok az tartışıldığını hatırlatıyor. Kitabın alternatif tarih gezisindeki amaç, okuyucuyu müziğin kökeni, işlevleri ve toplumsal hayattaki yeri üzerine daha derin düşünmeye sevk etmek.

Gioia, kitabın girişini sesin anlamına ayırmış. Büyük patlamadan atomlara, “ses evrenin özüdür” fikrini benimsiyor ve büyük büyük atalarımızın bu gücün farkında olduğu iddiasını tekrarlıyor. Hint efsanelerine göre kozmik ritmin temsilcisi olan Şiva’dan, her canlının bir şarkısı olduğuna inanan Avustralya’daki Warlpiri kabilesine kadar, farklı ve cezbedici örnekler sunmuş bu bölümde. Diğer yandan, antik hikayelerin neredeyse istisnasız bir biçimde afetlerle mücadele ile iyi-kötünün savaşı benzeri temalar üzerine inşa edilmesinin rastlantı olamayacağını vurguluyor. İlkel müziğin, insanoğlunun hayatta kalma mücadelesinde grubu bir araya getiren, savaşçıları bir arada tutmaya yarayan çok önemli bir işlevi var. Dil farkları nedeniyle anlaşamayacak olan göçmen toplulukları bir araya getiren marşların, milliyetçilik duygularına hitap eden senfonilerin de bu eski “kabile birliği” geleneğinden geldiği iddiasında. Bu bölümü yer yer biyolojiye, bağlanma hormonu oksitosine kadar genişletiyor. Düşüncelerini, davul çemberi benzeri ritüellere katılan kişilerin bağışıklık sistemlerinin hemen bir saat içinde güçlendiğini gösteren bilimsel bulgular ile desteklemeye gayret ediyor. Müziği, insanoğlunun evrenle, dünyayla ve kendi türüyle ilişkisini anlamlandırma ve korumada başvurduğu bir “ortak bilinç” unsuru olarak sunuyor okuyucuya kısacası. Diğer yandan, müziğin şiddet, hatta vahşete dayanan bazı köklerinin göz ardı edilmiş olduğunu da sıklıkla vurguluyor Gioia. İlk insan topluluklarının sesleri hem bölgelerini korumak için hem de avlanmayı kolaylaştırmak için kullandığını belirtiyor. İlk flütlerin av kemiklerinden, üflemeli çalgıların hayvan boynuzlarından, davulun deri ve postlardan yapıldığını hatırlatmış. Çalgıların vahşi hayvanları korkutup kaçırmak için ürkütücü sesler çıkaran aletler olarak kullanıldığını gösteren bulguları ele alıyor. Müziğin bu işlevinin günümüzdeki izlerini, Berlin metrosunun bir dönem uyuşturucu satıcılarını duraklardan uzak tutmanın aracı olarak sığındığı atonal müzik yayınlarında bulabilirsiniz, diyor. Tüm bu konuları ele alırken, müziğin “estetik” tarihinin “doğal” tarihinden çok sonraları geliştiğini göstermek istemiş.

Gioia’nın üzerinde titizlikle durduğu bir başka konu şarkının ve şarkıcılığın tarihçesi. “Şarkı”nın kuşların üreyebilmek için şakıyarak eş aramasından esinlenilmiş “taklit” bir form olduğunu düşünebiliriz, diyor. Ama şarkı dendiğinde sadece seslerden değil, önce kadim bilgilerin aktarımı olan “anlatı”lardan sonra da “güfte”den bahsetmek gerekiyor. Bu da okuyucuyu Mezopotamya’dan başlayarak Çin’e ve daha sonra Antik Yunan’a kadar götürmeyi gerektiriyor. Başka bir deyişle, bu bölümle birlikte “medeniyet” tarihine hızlı bir geçiş yapmış oluyoruz. Gioia, şarkının gelişimini “mistik” ile “akılcı” olanın çekişmesi üzerinden anlatıyor. “Önceleri”, diyor, “bilgi alanları arasındaki sınırlar keskin değildi, şarkılar dünyevi bir aşkla kutsal bir inanışı aynı anda ele alabiliyordu ama Platon ve Aristo’ya geldiğimizde artık her şey değişmişti” diye ekliyor. Bu noktada, kadınların şarkıların tarihindeki rollerinin bilinçli bir şekilde geri plana atıldığını iddiasında. Örneğin, Konfüçyüs’ün derlediği, anonim şiir ve şarkılardan oluşan Shījīng’in kadınlar tarafından kaleme alınmış olduğu şüphe götürmeyen feminen temalarla dolu olduğunu belirtmiş. Geniş bir bölümü de Sapfo’ya (Sappho) ayırmış Gioia. Sapfo’nun Yunan aşk şarkısının ve “söz yazarlığı”nın mucidi olarak bilinmesine karşın adının günümüz müzik kitaplarında çok az yer bulmasını vahim bir gelişme, bir gerileme olarak görmekte. Antik Yunan kültürünün akılcılığa evrilmesiyle birlikte eskiyle bağlar koparılmak istenirken, şarkıların sınırları muğlak bir mistisizm, aşk, cinsellik anlatısı olmaktan çıkartılıp “büyük adam”lardan bahseden kahramanlık hikayeleri aktarmak üzere dönüştürüldüğü vurguluyor. Gerek şamanlığın gerekse doğurganlığın biricik sembolü olan kadınların antik dünyanın şiir ve şarkılarının hem öznesi hem de nesnesi olduklarının unutulmaması gerektiğinin altını çiziyor. Ancak, şarkı meselesi o kadar kapsamlı ki, tarih yolculuğu burada kalmıyor; en az altı bölüm daha devam ediyor. Mısır’ın zanaatkarlık merkezi Deir el Medine’den İran’a, Roma’nın ve sonrasında Hristiyanlığın sansürcü girişimlerinden Provence’da doğan troubadour geleneğinin yüzyıllar öncesine uzanan köklerine kadar, birçok isim, olay ve tartışmayı içeren dolu dolu bir okuma… Gioia ısrarla şu mesajı veriyor: “İktidar sahibi seçkinler tarih boyunca şarkılara hükmetmek istemiştir, çünkü şarkılar tehlikelidir.”

Kitabın takip eden bölümlerinde daha çok Avrupa’ya bakıyor, son kısımda da ağırlıklı olarak ABD’ye, günümüze varıyoruz. Bu bölümlerde de Gioia müziği toplumsal ihtiyaçlar ve ilişkiler düzlemlerinde ele alıyor. Neyin alelade veya “ticari”, neyin seçkin veya kutsal olduğunun her zaman çekişme konusu olduğunu tekraren vurguluyor. “Barok”u ele almış örneğin. Rönesans’ın bütüncül estetiğinden nasibini almamış, “piyasa”ya iş yapan müzisyenlerle ilişkilendirilen kavramın nasıl zaman içinde kalıcı bir dönüşümü tarif eder hale geldiğini özetlemiş. Yazar, ilerleyen bölümlerde hip-hop ve benzeri türlerin kıyıdan köşeden çıkıp müzik endüstrisinin vazgeçilmezleri olmalarını anlatırken de benzer bir yaklaşımda. Gioia ayrıca keskin sınırlarla ayrılmış bir üst kültür-alt kültür anlatımından uzak durmamız gerektiği düşüncesinde. Bir karmaşa olarak gördüğü kültür inşasını anlatmak için kullandığı bir örnek ünlü Le Chat Noir. Bohem sanatçıların haydutlar ve fahişelerle bir arada takıldığı bu tür mekanlardan çıkan sanat akımlarının, örneğin Toulouse-Lautrec’in basit ticari kaygılar ile kol kola giden grafik sanatının bugünden bakınca nasıl yenilikçi gözüktüğünü anlatıyor. Erik Satie ve Claude Debussy’nin zaman zaman kabare salonlarında piyano çalmış olduklarını hatırlatıyor. Daha geriye gidip, bugün özellikle Almanya’nın ikonu olarak görülen “örnek insan” Bach’ın bile sanıldığı gibi “steril” bir hikayesinin olmadığını anlatıyor uzun uzun. Bir kere, kişi olarak Bach düşündüğümüzden daha farklı bir profil. Verilen bazı görevleri görmezden gelen, Leipzig encümeninde hakkında “adam olmaz” diye konuşulan disiplinsiz bir Bach da var örneğin. Besteciyi küçümsemek ya da küçültmek için yazmıyor bunları elbette Gioia. Kiliseye hizmet eden ama bir yandan da ayinlerde çok fazla doğaçlama çaldığı için kurallara uymamakla eleştirilen Bach’dan hangisini Bach sayalım diye sorguluyor. “Bach hayattayken Brandenburg gibi eserleri pek de bilinmiyordu, oysa bugün en çok sevilen eserleri -birkaç mass dışında- esasen bu din dışı besteleridir” diye de ekliyor. Mendelssohn olmasa Bach’ın neredeyse unutulmuş olacağını hatırlatırken de “doğru”nun zamanın ruhuna bağlı, değişken bir kavram olduğunu göstermek istiyor.

Benim aldığım belli başlı notlar bunlar. Neredeyse beş yüz sayfalık kitapta dahası var elbette; kalanını size bırakıyorum. Gioia’nın müzikteki dönüşümlerin ve yeniliklerin çoğu zaman aykırı, ayrıksı hatta yıkıcı olandan kaynaklandığını vurguladığı Music -gayet eminim ki- dikkatinizi çekecek başka birçok bilgi ve yorum içeriyor. Müziğin yazılmamış, az bilinen, hatta “utanç dolu” tarihine dokunduğu kitabında o kadar çok ayrıntı var ki, Gioia bile kendisine kırk maddelik bir özet hazırlama gereği duymuş. Ve bitirirken şöyle diyor: “Bu bir manifesto değildir; tam tersine, bunlar müziğin önceden inandıklarıma dayatmış olduğu gerçeklerdir.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir